1 Mart 2016 Salı

Buğulu CAN’a Yazılan

doğum!

kordonu boynunda bilmece.
annenin çığlığına karışmış sevinci.
kıpkızıl bir denizde
kaderine yangın ağlayış.

çocukluk!

benekli çoban aldatan duru sularda.
büyükleri pataklayan patavatsızlık.
imrendiren insanlığa.

büyüklük!

ona aldırma be canım!
dilim lal!
kafama iner kaşkaval!

aşk!

kanatlı dişinin en uzun tüyü şehbâl;
görkemini korur;
koparılıncaya.

ve acı!

yaralı kuş…
çok erken düşer kimilerinin bağrına.
yuvalanır kalır;
ölene dek kanar aşiyan cana.



Hidayet DAL/Can Sokağı Lambaları

2008-01-01

22 Şubat 2016 Pazartesi

Ölü Konçerto...



soğuk “düş”ler aldık soluğunuzda.

bağıra çağıra sözlerimiz
yumrulandı yokuş yukarı.
ökselere düştü çığırtkanlık.
düştük amorf aşkların tuzağına.
yüzünüzün tutuşması yalan anladık…


çiğnendi beynimizde karınca yuvaları.
uludu ağaçların gölgesi,
gebe bıraktı karanlığı ölülerimiz...
ay fukarası solo gecelerde,
geçti dalgasını sürü denen illet,
kendi konçertosundaydı.

bir gümbürtü ki koptu çiçeksiz
korku korkuyu emzirdi...
gülüşler gevrek gevrek lümpen etoburlar
çemkirdi kulağımıza bas bariton kahkahalar.
gülünüzden pütürlü bir şarkı
dilinizden buz dağı kopardık.
üşüdük aşka susadık.
can kırık bir dal parçasıydık
yüzümüzü toprağa ufaladık…
hidayet dal
can sokağı lambaları-31.03.2008

17 Kasım 2015 Salı


"Acı yaralı kuş; kanar yarası kendi aşiyanına.Işığa kör bir sığırcık düşer de ağır aksak bir şiir bırakır kucağına..." 

Hidayet DAL


Maske öldürür iki gözüm! Hidayet DAL
Sevgi Denizi
İlk bakışta bunca sersemleyip sakarlaşabilir mi insan! Sizi ilk gördüğümde yüzünüzdeki sıra dışı tebessüme, parıltıya takıldı ayaklarım. Bir sersemlik yaptım işte; kendimi yere düşürdüm. Yıllar geldi geçti su misali önümden; yeri böylesi özlememişti dizlerim…
Zarif ellerinizden bir kelebeğin görkemli kanadına dokunurcasına büyük bir şefkatle, sevdayla tuttum. Gözlerinizin mahşerine, mahzenine girip aklımı başımdan alacak o muhteşem, yıllanmış şarabınızı içtim. Sizin kimi zaman durgun, asude, ruhumu dinlendiren kimi zaman fırtınalarında savrulduğum bakışlarınıza binlerce kere serenat getirdim. Artık işrete gerek mi var canım; ben her an sizin esrikliğinizdeyim.
Siz benim iki gözüm, şaşkınım, en güzel şarkım; siz benden ne anladınız bilmem! Benim böyle çocuklar kadar patavatsız, pervasız olmam, içimden ne geliyorsa sular seller gibi dökülüverişim bu yüzden. Unutmabeni çiçeğimsiniz, can sokağımın ışığı; bir bilseniz içimde yaşattığım dünyayı siz de şaşar sakarlaşırdınız eminim.
Sırlı biriydiniz, kendinize esaret! Bir o kadar ince ve insanca… Ben hep böyle gördüm sizi. Her sözünüzden, her edanızdan, duruşunuzdan, soluğunuzdan nasıl da etkilendim! Siz de etkilendiniz biliyorum; bu konuda ne kadar zorlasanız da kendinizi çok ele verdiniz. Ben sizin sesininizin yorganına düşkündüm, içimin kör karanlığını aydınlatıp ısıtan. Siz ise dupduru bir güzellik, kendi içinde kaybolup benim göğsümde uyuyan.
“Sevgi yaratıcın eseri” denmiş ya bilin ki sevgi gerçekten onun eseri olmalı. Ben bir zerreyim oysa bu sevda denizinde; yine de bütün kimyamı, dünyamı değiştiren anlamlı bir şehir yarattım sizde; ışıklı sokaklarınızı gezerken öptüm hiçbir ayağı kucaklamamış kaldırımlarınızı. Ulaşılmazımdınız buluştum, ellerimi ellerinize kavuşturdum… Ara sıra ellerimi uzatıp size dokunduğumda ise birden kaybolacaksınız diye yerli yersiz korkularla düşüp kalktım. Nedendir bilinmez; kavuşmayı hep darağacı görmüşüm bu ana kadar. Küçüğüm siz; bir unutmabeni çiçeği kadar güzelsiniz; bense bir kızılgerdan; belki sizden bile küçük; bir tutam… Ufacık bir ışıltılı bakışınıza neler ektiğim, neler yeşerttiğimse tamamen muamma!
Düşündüm de; kimi zaman duygu dolu yanımı, göğsümdeki kızıl yangını sevdiniz ya da beni sürekli yön değiştiren yarım akıllı bir rüzgar bildiniz. Aklımdan şüphe ettiğinizi bile düşünmedim değil!
Cancağazınız sağ olsun, ben sizden gelen her şeye kefil değil miyim? Ne sırtımda bir kambur ne yüreğimde bir höyük değil; gönül toprağımda gülüşensiniz. Şimdi daha iyi anımsıyorum yaşanılanları, o büyük felaketten sonra hayatta kalmamın siz gibi bir sebebi varmış belli ki…
Oysa ne olduysa, ne olacak olursa olsun hiç mi hiç şikayet etmemiştim biliyor musunuz? Olacak her şeye razıydım ben. Tam bir teslimiyet! Anlık serzenişlerim olsa da tüm acılara tebessüm edebildiğimi nerden bileceksiniz!
Ben sizde yanacağım galiba ve ilk kez bir yangından bu kadar çok hoşlanacağım. Bu durum bitimsiz bir şekilde devam edecek bunu hissediyorum ta ki günü geldiğinde son kez yüzünüze gülümseyeceğim ana kadar.
Dolup taştığınız sevgi denizinden bir yudum tuzlu su ben de içtim. Ne mutlu. Ah Okyanus Kadın; tuzunuza susaya susaya kana kana içtim! Benim de yıllarım denizlerde geçti, deniz aşırı coğrafyalarda dolandı kaderim. Böyle bir gün görmedim. Dökül dediniz, döküldüm işte okyanusunuza... Artık sır da kalmadı, sırça da; işte buradayım…
Hidayet DAL/Can Sokağı Lambaları

Yolculuk…

"Ona gitmek nihayetinde kendin olmayı seçmek gibi bir şey. Hiçbir şeyden sakınmayarak, eğilmeden bükülmeden dosdoğru yüz yüze kendi özünle çarpışarak. “Bütünlenmek!" Evet, her insan bir başına yarım kalıyor! Diğer yarı ya kendi içinde derinliklerde bir yerde ya da çok yol alınması gereken zorlu bir yerde... Çok meşakkatli bir şey olmalı şu bütüne varabilmek. Bir o kadar da vazgeçilmez; ilk duraktan son durağa kadar. Heyhat! Perde kalksın gözümden, duvarın ardına düşmeliyim. Dosdoğru böyle olmalı bu... Biliyorum; kolay olsaydı; anlamdan da yoksun olurdu. Ne kadar emek verirsem kendi içimde o kadar değeri artacaktır aşkın… Bazen kendi iç dünyamızın özüne duyulanın dışında da ne kadar değer varsa tastamam cümlesi için. Sözcükleri bir araya el ele tutuşturarak şiiri oluşturmak gibi. Sevebilmek yetisi diğerlerini de değerli kılacak, sınırlandırma ya da sınıflandırma olmadan… Oturup öleceğim belki bir gün bir geridönülmeze şöyle keyifle bağdaş kurarak. Ne öfke, ne kızgınlık, ne de daha beterleri, hiçbiri olmayacak yanımda; yalnızca bir tebessüm, bir buse, tatlı bir ezgi ile gideceğim. Evet mutlaka, bir gün mutlaka, ya bir göğsü kızıla ya da bir kırlangıca dönüşeceğim gittiğim yerde…"     (Hidayet DAL)

9 Haziran 2010 Çarşamba

Teneke Sesli Yolculuk







Renkler...

Biz hayatın renkleriyiz; kendi irademizle kendi rengimizi seçer, yaşam coğrafyasında yerimizi alırız... Önemli olan hak edilen rengi seçmek...
Bir içsel haykırış ki sesleri dışarı taşar; kalır haykırış sesi duyanların avuçlarında... Yakar avuçları, taşırır yüreği verdiği iç yangını, sancıları, sanrıları... Öyle bir sesleniş ki dağlarda yankılanır, çığ olur aniden, çıtı çıkmaz beklentinin, yapılabilecek bir şey yoktur ya da başlamak yeniden! Çok zordur!
Umut dağlarının eteklerindeki kayaların kamburuyla birlikte düşmüştür başa bütün sersefilliğiyle... Yolculuk zamanıdır artık ve her zaman atılacak bir adım ve yapılacak bir şey vardır diye düşünülse de bazen soluk kesilir, durur hayat; gerisi çıkmaz sokak... Ne duvarı aşılır ne de geri dönülebilir cinsten; bırakır ıssızlığın askısında... Bu askı halindeki duruştan ara sıra kurtarsa da benlik kendini; yer yer geri dönüşlere sahne olacaktır ömür... Askı olunmuşlukların yaşanmışlığa karıştığı sahnede oyuncular yerlerini alacaktır mutlaka ve  o trajedinin yaşanılmaması imkânsızdır...

Yolun hasretini tadar dil. Hani o kemiği olmayan; ne demeli bilmem ki! En büyük derdimiz onunla galiba, bütün savaşımlarımız, yengilerimiz, mağlubiyetlerimiz, kazanç ve kayıplarımız onun akarsuyu ile yükünü almış olarak gelir kum taneleri gibi eteklerimize ve kendi kumulunu oluşturur; ayak bileklerimizden kalbimize; kalbimizden boğazımıza ... Biz bu resmin içinde var olan canlı mahlûkatlarız işte... Hangi akarsuyun ummana döküldüğü delta da duracağız?
Yolların ardında bırakılan özlemler… O büyük tutku; koynumuza aldığımız yosma! Hangi “koyun”lardan kalkıp da gelmiştir yatağımıza… Bilmem bu ne gelgeçliktir; bir türlü karar veremez kiminle olacağına! Üstünü karıştırma ne sen sor ne de ben söyleyeyim! Diğer adı ihtiras mı ola! Bu cilveli, işvebaz kimleri baştan çıkarmaz; kimleri vurmaz kendi çözülmez kördüğümlerinde… 
Dünde; dünün yolculuklarından kalan dünya ne barındırır sinek ısırıkları ile dolu böğründe ve kaç şinanay gerekli dünün aşiyanına giden karanlık yolu aydınlatabilmek için… Satır aralarına sıkışmışsa tarifi imkânsız yaşamın duygu selleri ne yapmalı? Bu cenderenin koynunda yitirmişse kendini; yararı ve getirisi yoksa ne bugünlere ne de yarınlara; yola çıkmak elzem olur bu gibi durumlarda… 
Anı ırmağının sorgulayıcı akıntıları hala önüne geleni kucaklayıp önüne katıyorsa arkadan gelen itkiyle karmaşık duygular sayrılığında bir içsel patlama olur; teneke sesleri çoğalır; yol yolcuya odaklanır böylece…



Hidayet Dal

4 Haziran 2010 Cuma

ne içindeyim hayatın ne de dışında
SIĞAMIYORUM DÜNYANIZA

24 Ağustos 2008 Pazar

okyanusun en derin yeri

eskici mehmed’ten değil
giyindiğim ikinci el yalnızlık…

dört duvar arası ıslaklık
tam ortasında tutsaklık.
bana da kısmetmiş
güzü şıra ederek içmek
bakır çalığı denizlerde
efkarı albatros kuşlarının…

-tuzlu suları çiçeklendiren aynada
görmek
çıplak ayaklı ölümü-

hani upuzun saçlarının
yerlere müsavi gölgesi
her sarılışımızda
sardunya kokulu cumbası
ahşap evli düşlerimiz
karlı tepeleri öpüp okşayan
terli ellerimiz
istasyonlarda birbirine karışan…

demem o ki leyli
ben size de gelmemişim?

-öyle bir yaşam ki
“dümen” suyunda boğuluyor
hangi şehre
hangi şiire varsam
sensizlik kokusu duyuluyor
gidilecek limanlardan mektuplar gelmiş
posta kutusu dolup taşmış çavlanından
-ortalığa yalnızlık “name”leri saçılıyor-

17 Aralık 2007

17 Ağustos 2008 Pazar

güzelliğiniz şerefine

sıra dışıydınız siz
narin ellerinizle
öyle bir dokundunuz ki yüreğime
yoruldum ben güzelliğinize...

size ilk rastladığımda
buzdağını andırır
sorgucu bakışlarınız
neden bilmem!
ısındı daha sonra…

elimi doladığımda belinize
şaşırdım
yanağıma konan busenize!
sesiniz
bir yürek kadar güzeldi
bayıldım
ben“seninim” diyen türkünüze


Nisan 2003

12 Haziran 2008 Perşembe

dolunay kırığı gecelerde

yüzümde okyanusun en derin yangınları
hangi kapıya kanat açtırır sustalı sözleri
dolunay kırığı gecelerde yanarken ben
döne döne ezberlerken sapsarı susmaları
ömrümün alacası öfkemin atlıkarıncası
başı dönerken masumane çocukluğun…

ne de akça pakça karlara uzanmış
senaryo bu ya kırılmış dalım aklı sıra
çemkirince yaramı kardan cemaline
şıra olup da akmış şarap kadehine
hangi yakamozlar ışıldar da söyler bunları
çığlığı nefessiz iç denizlerine…

sıksam şu yüreği mıncık mıncık etsem
arınacağını bir bilsem aksa kiri içinden
toplasam imgeler ardına saklı kibirleri
toplasam ki pinokyo’nun burnu etmez
dolanır tepemde kirli beyaz obur alıcı
puslu şiirlerimden aşırıp yalnızlığımı
yafta yapar da asar tren camlarına
darağacı suretinin ahkam çavuşluğunda…

yok ki tahammülüm kendime bile
nasıl katlanayım vebalı düzeneğine
şakısın da nakarat olsun dillerinde
büsbütün uyduruk sevda türküleri
çekirgeliğine daha bulaşmamışken ben
yarin doğduğu kentte mi vurulmuşum
ıssızlığımla yunarak kanlı cesedimi
ağlamasın diye canım kızanlarım
ölümü yaşamakla mı süslüyormuşum?

ne diyeyim ki portakal çiçeklerine
susun da duyulmasın bir daha adım
yaşadığım dahi unutulsun belleğinizde
kuytusu kısır deniz aşırı limanlar
çürümüş yosun kokularına bulaşsın
sunturlu ölümler peydahlansın isterse
tıslayan öpüşlerin garip tılsımlarına
gayri meşru aşkların bacak aralarından…

-ne kıpırtım kalsın artık ne de telaşım
beyazınıza düşsün kangren başım-



onikihaziranikibinsekiz

10 Haziran 2008 Salı

Zilli Kumpanya'ya Nazire

“Hüseyin Bozkurt’a”





sevdim yazadurdukça
“zilli kumpanya”nın bulaşıcı öfkesini…
öfkelenmesem uyuşacaktı
yüzlerin salapurya evreni…

denizi biriktirdiğimi söylüyormuşum
yalan şair yalan
ellerim ceplerimde geçtim
gökkuşağının altından
denize bakar gibisin dedim ya sevdiğime
karşımdaki denize telaşımdan…

bakma sen romantik tiradıma
ölü bir hayat öpücüğüyüm ben
masalken muhabbeti “bal” ile “dal”ın
sür öfkeni mavinin tuzdan yalımına…
üşüyen kirpiklere koyalım ünlemi
donsun iyilik perileri…

nerede doğduğunu sormuştum ya bir keresinde
ölesim var “Boğazlar Ülkesi”nde
mermer yalnızlığı dilsizliklerim

yaz şairim
sat anasını bu zilli kumpanyanın!



haziran ikibinsekiz

8 Haziran 2008 Pazar

aşk kadehinde kırılma

ölüme mülteci oyunbaz düzenleri
hiçleyerek yol yorgunu ayaklarıma
cansiperane bir dalgınlıkla
masum kardelenler sayıkladım
cilvebaz ateşlerin yüz kızartıcılığına…

adayarak yanağımı
sunak bildiğim yanaklara
sıkıştırdıkça göğsüm
yaralı şiirler öksürdüm
karla kaplı yalnızlıklara…

bu karşı konulmaz dağılma
göz göre göre bozgun
yuvası darmadağın edilmiş kuşlar
sevmeler şakıdım
boşu boşuna…

çektim burçlarına sevi sancağımı
bütün kalelerimi yıktım hesapsızca
çarpa çarpa barikatlara
aşk şarabı taşıdım
sesinin can çeken akıntısına…

uçurumlar soluyarak
söylem ile eylem arasında
yaşammış
ölümmüş
bir kısacık yolculukmuş
aşk filizi sandığım yanılsamalarla
bağboğanlar ektim toprağıma…

salma diyordum oysa
yüzümü asarım karanlığına…

-geçtim gittim ömrün(m)den
acı bir kesitti
kundakçı geceler siluetimde-

sen gramofonda bir kadın incisi
ben kırılan kadeh sesi...




Aralık 2007

1 Haziran 2008 Pazar

uzaklaşma

sürüklenen sen değildin bu ırmakta
dağılan bendim buğulu solgun nefesinden
susmalara kanayan sesine kırıldıkça…

sarhoş ve dalgındım
sana her yenilişimde
aymazdım dünyanın şaşkalozluğuna
şiirsizlik değildi derdim
şuursuzluk hiç değil…

harami bir susku tarafından soyulmuş
pürtelaş giyinmiştim çocukça aşkına
aşkındım
asılmıştım halatın bir ucundan
çekiyordum yaşam denen koca kıçlı gemiyi…

gülsün diyordum
evet gülüşenimsin…

denizi biriktiyordum ceplerimde
maviyi seviyorsun diye
tutup titreyen ellerinden
yüreğimde ellerin feleğin çarkı
ellerin ki kıvrana kıvrana
çıplak bir çağrı
azıcık ışık
azıcık şarkı
darası şarap
aşk kadehinde dudak yangısı…

geç teşhis
belki de imkansızlıktı
yoldaş olacaktık
omuzdaş olacaktık ne de olsa
affola !
diyorsun ki kendine iyi bak

-onurum dalında sararmak-




31 Mayıs 08

düşsel resital

gönüllü bir suskunluk
hazanı yok meltemine sarılan
eşinip durur hışırtılı eteklerinde
iki şehvetli dişiyle aykırı düşler
kavrulur aşka düşkünlüğünden…

biri şiir öteki sen…
billahi söylemem
hem söylesem ne olacak ki?
hep aynı terane...
başıma geleceği bilirim ben…

açıl susam açılsın kanatlar
düz methiyeleri damıt yüreğinden
demle ay ışığında
içelim, içelim güzelleşelim
vaaay gülüm vay!

sen yalnızlığın sokağında çal beni
can evimden ezgiler söyle…
istersen koy cebine
çocuklar gibi şen ol
çıkar cebinden oyna benimle
evir çevir gider sıkıntını…

yapış yakama geceleri
sar/s beni kendime geleyim
bilmediğin yerlere götüreyim
âşıklar kentinde gondol sefası
arya çalsın müzisyenler
şarap kadehi elimizde
boş ver şarabı bebeğim
salayım sulara kadehi
seni içeyim…

Mayıs 2008

27 Mayıs 2008 Salı

Şuursuz Sayıklamalar 3

at nefretini sök at pusu ciğerlerinden
dirilsin ektiğin gül(ün) devrilsin üstüne kestiğin
boğsun berzahını şafağın kanlı dudakları

sarıl suya sakla öfkeni “ben”lik beklentilerini
akça pakça ak (an)ın çirkin eklentilerini

öyle bir oh çek ki vazgeç(sen) şikayetinden
(düş) yara gününden düş “kara” gölgenden
içten gülmeyi bir öğren(sen) de bize gelsen


noktasız virgülsüz şuursuz sayıklamalar
aralık 2007/mayıs 2008

26 Mayıs 2008 Pazartesi

can sokağı lambaları

unuttur bana senli anları

sustum!

duymasın feleğin kulakları

kesilsin zülfüyare kul nefesi

yol yorgunu umudumun

yutsun çağrıcı ırmakları...

de ki;

sussun şu yürek çanları

yanmasın can sokağı lambaları…



07 NİS 2000

19 Mayıs 2008 Pazartesi

( a k ) s a k

hani içinizde bombalanır şehirler
misketine terk edildiğiniz
ve eteği yükünü alır zamanın
kapılarınız taşlanır
göz yuvarlarında nisyanın…

-suyu çekilmiş (an)ların kurak iklimleri-

gidi yel değirmenleri sizi
ne yazdınız ki dünyanın kara tahtasına
ne de nazenin cangılınız
mızıkçı püskülünüz
kızgın mı kızgın tabanlarınız
kalabaya takılır ayaklarınız…

efkar büyütün dizimin dibinde
iğne yapraklar gecenin “kara”sından
nereden geldiği belli olmayan
aklı karışık gemilerimi batırın
engin düşünce denizlerinizde…

-kazazedelerin tuzlu sularla savaşı bile değildiniz-

gerçekleri korkutsaydınız bari ürktüğüm
soylu gardiyanlığına saksılarınızın
tekme atan çiçek olsaydınız…

gelmeseydi kulağıma tamtam sesleri
ben de bilirdim az buçuk dans etmeyi
saklı şiirimde baldıran fırtınası
bir bacağım da kısaydı sanırım
anlamadınız…


18.05.2008

18 Mayıs 2008 Pazar

Issız aşk

kendini kanatlılardan sayan
bir deliydi aşk…
çekiştirdikçe lades kemiğinden
çığlığı yankılanır damarında.

aklımda ! aklımda !

nasıl tutuştu ki gönlüm?
şu koca dünyada atıp bir kenara her şeyi
canımı bıraktım kollarına.
bağrımda açan nergis kokulu saçlarında…

sararmış bir yaprağın
rüzgârıyla tango yapışı gibi
aşkla dans ettim soluğunda.
sevdim insanları sayende
sevdim dağı, taşı, toprağı,
kurdu kuşu, havadaki bulutu.
boğdum kirliliği yüreğinde;
ki en büyük günahım oldu bu...

senden sonra aslında benim
bütün öncelerim soldu.

koşumlarından kurtulmuş gece-gündüz
zülfünle sarmaş dolaş
nasıl dillendirilir ki?

ellerine yüreğine konmuşum
bir muhabbet kuşu;
enikonu çarpışırım sensizlikle!
sensiz ölebilmeyi düşlerken!

oy benim sevdiceğim,
oy kırılası elim,
serseri gençliğim.

bilmezler!
kabaran deniz dalgalarına benzerim.
sıla özlemi, anılar yumağı,
kördüğüm aykırılıklarım
yıkıntı hüzünlerde yüzerim...

kavuşmanın işleyebileceği
cinayetten mi korkarım bende
dilerim hayallerin
yere düşen karlar gibi
eriyip gitmesin düştüğü yerde...

kurtarma beni
bu anason ve arpa suyu sarhoşluğundan…

ölümlü bedenlerimiz
buruş buruş olduğunda bile
haykırayım kırağı çalmış gönüllere…

düşerken gayya kuyularına
tutunayım kara gözlerine.
aklım karşı karşıya gelince,
sesindeki tarifsiz ezgiyle;
ab-ı kevser ırmağını,
cennetini bulayım cehennemimde...

bu duygunun ihtirasında
ütopyalar yaratırım
bu koca labirentin her kapısı
açılır gözlerine,
yüreğine, asude bakışlarına,
hayran olduğum sadeliğine…
bir tek sana açılır bu kapılar
bir tek sana...

çiçekler açsın ellerin ellerimde
sancılansın dalımda tomurcuklar...
bu dünya deminde
kalayım koynunda
olgunlaşıp daldan düşene...

revadır bu ıstırap
yeni özlemler yeşertme içimde!
derin, asude göllere düşmesem;
tenin yanmasa sabah güneşinde
kara saçların omuzlarından süzülmese
dalga dalga yüzüme.
okşar gibi serin serin
uzanmasa zarif ellerin
bedenin bedenimde
yangınlar...
dökülmese gecenin esrarı
saçılmasa ortalığa...

biliyorsun;
zalim ayrılık acısı,
kar, kış, kıyamet,
gövertir insan etini.
getirsen de nedamet
çaresi yoktur;
mengene gibi kıskıvrak
yakalar seveni,
ele avuca sığmaz aşk...

buruk bir yalnızlığın kızıl sersemliğinde
başlar yine can çekişme!
niye durakalmaz zaman
nerede ay ışığının,
ay yüzlerde balkıması?
nerede ateşli bakışlarının,
suları yakması...
zindan gibi keder
saygısız!
yalnız yakaladığına,
ana avrat küfreder…

koyu-kuzguni bulutlar
kuşatır ak dorukları,
ablukaya alır.
geceyi basar hafakanlar
yakalar suskunlukları.
alevli bakışında bir hışım;
düşersin onulmaz dertlere
üstünde hasret yıkıntıları
yanarım!
ille de bakışların

dilim tutulur, avunur göğsüm.
en güzel kokulardan
daha da nefis gelir ölüm!

ten değil susayan yâre,
böyle avare avare...

içimde çınlayan sesin ninnisi.
yaşamak bu!
yaşamın nefesi...
narin gönlüm
unuttuğunda can korkusunu;
düşmek gelir peşine,
sarp kayalara, aşılmaz deryaya
vurmak gelir bu canı...

başım öne çekiyorsa bugün;
aklım kurşun ağırlığındaysa,
fikrim darmadağın
ve ezinç yüklüyse bulutlar,
elimde sigara gam tütüyorsa havaya,
akşamın kara çarşafında
bir tutam özlem
dalgınlığa sürüklüyorsa başımı.
ıslık çalıyorsa asi bir rüzgâr;
keyiflenip duruyorsa
giyotin şeklen her şey.
dört yanım çakal ulumaları!

niye üzgün
bu uyku kentinin âlim yıldızları?
geri gelir mi çağırsak,
geri gelir mi gençlik çağı?
alemin kıymeti harbiyesi,
yeni günün kaynar kazanı...

kalem-kılıç serüveni
mürekkebin cilvesinde kağıtlar.
en güzelden de gazel
okunup yıllanan kitaplar.
ağacın köküne, çiçeğin rengine,
bir bakarsın
kurşun mu yemiş göğün tavanı,
kan akıyor kirli oluğundan,
alevler sarmış bütün ‘afak’ı
şimşekler çakıyor sitemle
akıyor gözyaşları
can silkeliyor…

dönsün dünya
yine dönsün ama;
sarhoşluktan değil,
bu gece çakır keyfim.
dilimde veda türküsü
yok ki düşüncemin ölçüsü
koca bir ayrılık sırtımda...

bu dünyanın kızıl gerdan kuşları
ne de yakışıklı;
o çalı senin,
bu çalı benim,
seri bakışlı.
kıyılır mı onlara a canım,
acısındandır elbet
göğsünün kızıllığı...

şurda ağaçtan düştüm,
şurda arılar ısırdı,
şurda kolumu kırdım.
ısırgan otları arasında
gizlice öptüm birisini.
şurda sigara içtim
babamdan gizli...

bu esriklik
başa çıkmak ikiyüzlülükle,
bozguna uğratmak fenalığı.
ruhun acıkması bu;
düşüncelerin en heybetlisi.
aşkın temeli
sahi!
acısından korkan
tadabilir mi lezzeti…

canına ot tıkasada
çopur bir zangoç
kuyruğu küheylan
zamanın ipini çeker dönek
ağlar korona
ağlar kötünün eşkin sözlerine…

desem ki şimdi
ıssız bir aşka bulandım
can sokağı lambaları altında
bir türkü de ben tuttursam
can evimde nar’ı

canan bize geldi canım yere serdi
zülüf yere değdi ömrüm dize geldi

nice diyar gezdim bir bakışın sevdim
lal oldu dillerim ne de yaman sevdim

şems eyledim yarim aldım cana narı
yazık etti günüm bana kaldı harı

sır aldım inandım nigar oldu sardım
çekti gitti gülüm viran bağda kaldım



Mart 2000

16 Mayıs 2008 Cuma

düşürdüklerim

kırbaçlanmış sırtımda
delik bir çuval
ne burun deliği
ne de iğne
doymuyorum be
bencileyin arzularım
bencileyin yaşarım
duyarsızlık derler belki ama
cezaevinde duyarlılığım!

sus
derlerse sessiz kalırım
elbette
susmaz mıyım
billahi çıt çıkarmam
ucu Kaf Dağı’nda
değil ki burnumun.
alırım ölçüsünü boyumun…

nedir
bu tatmin meselesi
et ve işkembe hikâyesi
sonrası;
sonrasını boş ver
canım diyeceğim
ama olmaz böyle
soluğumdan önce
acaba ruhum mu terk etmiş beni

vallahi mesut değilim
sırtımdaki delik çuvala gelelim
ooofff!
hesabı getirin
Nerde benim düşürdüklerim?



20 Kasım 2007

8 Mayıs 2008 Perşembe

şuursuz sayıklamalar 2

ayrılık dediğin şuur artığı
eprimiş kaburgam sevdiğim
kekeme heybetimde kaybolmuş iklim

enkaz dönerim
Değirmen-dere’m kurur
uzanır cenderem kadehime
çeker demini şekersiz kahır
hava remil döşeğim çivi sensiz

uyumaz
maviliğin tuzunda kar
unutulmayan şarkın
geceye yağan incidir

yorgun abaküsün ebruli boncukları
saydırmaz kendini
kalemi el değil yürek tutturmuş
şiir diye yutkunan serkeşe

elleşir yarasıyla sevişen ıslak sokaklar
çıkmaz
leyli söylenir
kudurgan mürekkebim salkım saçak
çalkalandıkça bir milim silkinir
karam

nasıl bilebilirim lüzumundan fazla
gelinciğim sen düşünce ökselere
sırma uçurumum
yüzsüz kalyonum sel sularımda

orta yaşı devirmiş şen şakrak olmak zamanı
uzak tebessüm
sırtta parmak ucu sıcaklığı

anneye gidildikçe mi gelir çocukluk
tarazlanır yüzümde ansızın
nihavent
eski zaman kaçkını

gün aşırı heybemde tenhalık
kapı zilim telaşlı
çipil çipil suratı
gıcırdar içim kederinden
kör lambam merdiven

yuvarlanırım ninnilere üryan
ağlar içim
için için susamadan



noktasız virgülsüz şuursuz sayıklamalar
mayıs ikibinsekiz

6 Mayıs 2008 Salı

yanı başında

etten kemikten değil söyleyemedikleri
ağzımla sevişen şarabın terbiyesizliği
aşka düşürür serseriliğimi

devingen iç karmaşıklığımın imbiğinden silkinip
övünüp durur gözleri kapalı
dokunduğum ateşle çiftleşmişliğim

neşe ararken şunun şurasında
ekşiyor yüzü sözcüklerin
unutmabeni saksısında

dünyaya öfke
içime secde
düşüme sehpa kurulmuşum
kimi tapınır kimi ölürüm
ölümdür belki de tebessüm
yol ayrımlarında

sırtımın hummasında ılık rüzgarlar estirip
öpüşürüm tuzdan sararan yapraklarımla
kimseciklerin haberi olmaz
sevmek değil mi ki kabahatim
dudağından içtiğim

kim kimsesizliğime "yar" edinmiş
hülya adlı düşün koynunu
yerlere çalmamış mıyım dilimin tafrasını
ve kim diyebilir ki “O” yoktur
varsın yok sanılsın canım

kıvrılıp mısraların kalbine
sağarım zamanın göğsüne serdiğini
nasılsa geri alırım kendimi

-kapamalıyım şimdi gözlerimi-



03.05.2008

25 Nisan 2008 Cuma

öfke Kontrolü





Öfke kontrolü hakkında bin türlü martaval okur psikoloji uzmanları. Oysa yeryüzünde hiçbir şey kontrolünüzde değildir ve çoğunlukla olaylar sizin kontrolünüzün dışında gelişir.



Bir şeyleri kontrol etmeye çalıştığınızda doğadan uzaklaşır, akışı bozar, mutlaka bir dengesizlik yaratırsınız. Bıktım artık öfkeyi kontrol etme çabalarından. Çünkü kendimi bu derece kısıtlamamı hak etmiyor insandan bozma varlıklar.



Gecenin bir yarısında ortalık yerde böylesi düşüncelerin çivili yatağında sabaha kadar uyuyabilir misiniz? Hiç uyumak dilemiyorum açıkçası. Gün aydınlanana kadar etimi çimdiklemek istiyorum… Kendime gelir miyim bunu da bilmiyorum…



Aslında size yapılana bir tepki verememe durumunda; “haksızlık” denen olguyu adet haline getiren karşınızda olsaydı iyi niyetinizi boğazlar ya da bir böcek gibi ezer belki de vicdan azabı duymazdınız. Oysa ne kadar da vicdanlıyım diye düşünürdüm eskiden. Vicdan micdan yok kardeşim…



Vicdan Leo Buscaglıa’nın 9 numaralı otobüsünü kaçırıp kaldırımlara düşmüş…

Birini tanımadan, onunla doğru düzgün iletişim kurmadan, önyargılarından ya da hazımsızlıklarının varsayımlarından yola çıkarak kendi kaprislerinin girdabında devinmek başka nasıl yorumlanabilir ki?



Şimdi biz durduk yerde tepinsek, kendi kendimize veryansın edip öfke mahzenine dalıp bozuk şarapların kanlı denizine dalsak adalet yerini bulacak mı?

Hayır!

Kahretsin ki hayır!

Çünkü tepkisel olarak verdiğiniz bir karşılık size yapılan haksızlığı hiçbir şekilde dengeleyemeyeceğinden karşılaştığınızı da bertaraf edemeyeceksiniz.

Yani kamyon dolusu öfke içseniz de rahatlayamayacaksınız arkadaş. Buna gerek var mı? Kendini kirletmekten başka ne işe yarar Allah Aşkına!

Bizim bu tip anlayışsızlıkların kamçılandığı hipodromlara girmişliğimiz, onlara ganyan yatırmışlığımız mı var?



Dağ başında ağaç yaprağı yiyerek kendi kendine kalmayı, dağların şenliği olmayı ya da şizoid kişiliğine sarılmayı tercih edebilir kimi zaman insan burnu büyük kibir budalası prototiplerle karşılaşmaktansa.



Ağır gel arkadaş, sapa yollara dikenli patikalara düşme!


Nisan 2008

22 Nisan 2008 Salı

feleğin çemberine dokundurma (şuursuz sayıklamalar)

çaldık derisini kızılcık sopasıyla uyandı
feleğin çemberindekiler(le) dokunsan
kahrolacak kadar ciddi bir oyun
oynuyorduk bilmiyorduk kenefler
yokuşunda kocayemiş ağacından yapılma
kızaklarımız patlıyordu yaşını unutmuş
çınarın karnında yağmurun sadağından
fırlayan şimşekler çakıyordu yüzümüzde
şebnem dalgalanıyordu is karası tuzuyla
içiyorduk gözyaşlarımızı hamalıydık bozkırda
kekik kokularının eteğinde sınanıyorduk

körpe yosmaların terinden çalınmış ekşiliğimiz(de)
vuruyordu tenimize aşırdığımız yumurtaların
cıvığında içiliyor yıkanıyorduk kavak üstünde
dar patikalarda kirpisini beğenmeyen
kestaneler toplanıyordu öfkemizde aynaları
tutuşturuyor yüz vuruyorduk sığ sulara
söğüt dallarına öykünen suretimizden

bir hatıratın darbımeseli değildi bu
ve iniltileri bencildi yalnızlıkların musallat
olmuştu inler cinler semaha durmuş dalımıza
yaprağımıza musalla taşında yokuşa süren
çıkışsız soruların şuursuz sayıklamalarında
hafakanlarımız boğuluyordu kupkuru boğazlarda

servi salınmalarının gece sessizliğinde dansa
kalkıyordu ılık rüzgarlarla cenaze suratlar

güzel bir kadın(ın) penceresinde ahkam
kesiyordu kırık satırıyla hatırı hiç ediyordu
belleğinin boy aynasının gürültülerine
karışıyordu fahişelerin şuh kahkahaları
yalıyordu şehrin kaldırımlarını şehvetle

kudurmuş kirli çamaşırlar yıkanıyordu
yanık ırmak kenarlarında
yanlışlıkla yerden yere vuruyordu
kendini bir utanma duygusu cahil
can dumanını savuruyordu pespaye
revaçta sanat kara oportünist çuha
çiçeği mavi atlas şarkıları söylüyordu
yalı çapkınlarının yanar döner kanatlarında
davacımız kadı olmuştu devşirme değirmende
çekilen masmavi saç tellerimizde deliliği
eğiriyorduk incindi kelebeklerimiz sel
boşanıyordu mülteci ıstıraplarımızdan

körkütük bacasız telaşlarımız kınalı kabahatimiz
sonsuz serüvenci ölülerimiz kırkayak
kervanı yalanımız yamalı parmaklarımız
kemirgen huyumuz mesnetsizliğe bürünüyordu
nasırlı yolcuyduk kanıyordu akvaryumumuz

kalburüstü mezbahaya döndü entipüften
hurdalık tezgahı dakikalık hüzünlerimiz
yediğimiz ihanet ekmeği nilüferlerimiz
aheste seste bu kıyımın sövgüsü kimin
umurunda sırt üstü zirveye çıkıyordu
tarih yansımaları gri alabandamızda
kehribarımsıydı gökyüzü aklımız almadı
patladı başımıza kabak yalapşap

ipte bir cambaz tırmandı hıçkırığına
yaseminler suç üstü akşam üstü iplik
iplik ihanet buğulandı öksürdü
kusmuğunu köpüklü dalgalarda salkım
saçak tahakkümü tahammülsüz kaynadı
kazan yeni günlerin kanayan yaralarına

çoluktuk çocuktuk çalı çırpıydı boyumuz
katmerli badem çiçeğimizi yetiştirdik
unutmadık ağlamaklı bakar zulüm timsahın
cüzdanında sırtlan kuyusu düştüğümüz
duvarına inat çatlayan çiçek (g) kördüğümüz



noktasız virgülsüz şuursuz sayıklamalar - 21.04.2008

16 Nisan 2008 Çarşamba

özlemekten çıktığım yolda

anne;

dökme gözyaşlarını boynumdan karnıma
zehirledim senden gayrı hasretleri
bıraktım ıssız bir yol kenarında…

uyuyamıyorum kendim içre döne döne sandalyemde
sessiz ve kimsesiz bir zaman boğmacasında
kelamı kilitliyorum ciğerime
bütün iklimler aynı
ikircikli karmaşa…

göremiyorum anahtarını burnumun dibindeyken
soyut hapishanemin…

gitti bütün sevgililer hiçbirine gelmemişim
bu yüzden mi yaşama uğraşımı zehirlemişim…

-kurumuş çatalında uyuduğum akça kirazlar-

süpürge sapı ehlileştirememiş hiçbirimizi
bu yüzden aykırıyız belki
bu yüzden uyumsuz ve huysuz…

gülüp el şaklatan şarlatanlığın
gözbebeklerinde ritim tutuyor yakamozlar
bitkin
belleğimin mahcup metaforları
bulanık suya eğilmekten
bıktı
sahnelenmiş oyunlardan sakar rollerden
biçilen figüran elbiselerinden…

-bir tartının garip ritminde kırıldı ayaklarım-

özlemekten çıktığım yolda
küfrediyorum yanıp sönen istasyon vitraylarına…

vazgeçtim yaprağımın sevincinden
kopardım aşkın kuyruğundaki şehbali
bıraktım neşeyi
kimliksiz bir adada hülyam

-noterlere götürüp nüfusuma aldırdım yalnızlığı-

anne;

dökme gözyaşlarını saplama bağrıma
çeyrek asırlık hasretliğim ilk göz ağrım
gidesim yok yatağıma…



15.04.2008

13 Nisan 2008 Pazar

ne de güzel sevdim

Şehla bakış yandım ben sana inandım
Çoktan unuttum dünü nara bulandım

Nur’dur yüzün canda fikrim masalında
Yazan el değil ki gönül destanında

Yolun yolum olur avcı kim desen de
Şikâr eyler beni bir el vermesen de

Yaz olur çağlarım kış gelir ağlarım
Derdim günüm aşktır yaramı dağlarım

Soru soran sen cevap veren bendim
Derdiğim diken mi ne de güzel sevdim

Nedir bu yoğunluk nedir canım sende
Bir de sorarsın bana ne buldun bende


02.12.2007

sardunya bakışı

an be an tavaf etmese boynumdan,
çağlamasa göğsüme isyankar saçların,
çağlamasam yalansız kepeneksiz yalın ayak,
baş kabak baldır çıplak soyunamasam
yolunu gözlediğim uzak ülke hasretliğim,
gütmek kolay olur muydu sanıyorsun hayatı
kağnı kağnı sancılanırken yaşamak…

diri bir kıvılcım düşmese aklıma ara sıra.
olmasa inanmışlığım,
seviyorsun diye kandırmasam
çekilmez olurum çekemem bunca depremi.
gözlerin gözlerimin önünden yitip gidiverse bir kere,
düşerim çitlembik dallarından
kırılırım asfaltlara…

yüzünden bir sardunya bakışı iç ürperten
tozlu böğürtlen kokuları gelir eskilerden...



09.04.2008

4 Nisan 2008 Cuma

uçurumdan bozma

soyunup kutsal hezeyanına
sıvazlamamalıyım sırtını bu kavak üstü yalnızlığın.
şairini erkenden öldürmemek için…

çağcıl Rus ruletleri oynamamalıyım artık kadınımla
bin kere tetik düşürmeliyim içimdeki zindanı kurtarmaya.
az da olsa ağlamalıyım yine de
kündeye getirilmiş aşklarıma…

öyle bir tokat ki yüzümün cenderesinde kirli şehir uğultuları
hep bir kuytuluk arayışı
kargacık burgacık da olsa…

sızlamış kaburgamda izi kalmış erozyonlarım
katmer katmer uçurumdan bozma “yar”larım…

bu mavilikler içre kaç kıçı kırık su yuttum
en tuzlusundan!
ne denizler yakaladım gecenin katran koynundan.
paslı demir yığınlarının asbest solukları.
üstümden geçen kedi katili fareler.
mavimi çaldılar.
kara boğazıma saplandı
yutkunamadım.

avuçlarımda bir çavlan eriyor şimdi
az kaldı ölüyorum.
görüyorum.
ölümün geldiğini beynimin şaşı dehlizlerinden
bir acı mayalanıyor göğsüm atlasında;

baba;

beni bir şiire sakla!



hidayet dal/Can Sokağı Lambaları
can sokağı lambaları - 02.03.2008

1 Nisan 2008 Salı

ölü konçerto

soğuk “düş”ler aldık
soluğunuzda.
bağıra çağıra sözlerimiz
yumrulandı yokuş yukarı.

ökselere düştü çığırtkanlık,
gülünüzden pütürlü bir şarkı,
dilinizden buz dağı kopardık.

düştük amorf aşkların tuzağına
yüzünüzün tutuşması yalan
anladık.

çiğnendi
beynimizde karınca yuvaları
uludu ağaçların gölgesi
gebe bıraktı karanlığı
ölülerimiz…

ay fukarası solo gecelerde
geçti dalgasını
sürü denen illet
kendi konçertosundaydı.

bir gümbürtü ki koptu çiçeksiz
korku korkuyu emzirdi.

gülüşler gevrek gevrek
lümpen etoburlar
çemkirdi kulağımıza
bas bariton kahkahalar.

üşüdük aşka susadık
can kırık bir dal parçasıydık
yüzümüzü toprağa ufaladık…


31.03.2008

29 Mart 2008 Cumartesi

kalemin yazgısı

yangından yeni çıkmış
dağ çıplağında yüzü
soluduğu kibrit çöpü değil
yalnızca şiir

ısırır göğsünü sözcükler
dizilen tespih taneleri
çekilen sabırdır küreği
düşürür ayrılık cenini
düşürür gecenin karnına

dili boyunu aşmış
baharı kaçkın uğultu
dilinde çimlenir uçurumu
kalemin yazgısıdır bu

kırılır su yazılır fermanlar
ne satılık düşmanlığı
ne fasondan hüzünleri
ne de nedamet getirecek itirafı var
hüküm giymiş aynasına
aynası yüzünü tırmalar

hidayet dal/can sokağı lambaları
28.03.2008

24 Mart 2008 Pazartesi

sen eylülde ben hülyada

“Oğuz Durdu’ya”



doğduk kuş/andık giysimizi
bir doğduk bin üryan öldük
kattık denizleri toza dumana
iklim iklim içtik uzak şehirleri.
yıllar argını şiirleri…

üşürüz diyorsun ya sokaklarda
şimdi dokunsak yalnızlığımıza
bir yaralı kuş sokulur koynumuza
utangaç bir hüznün dudağında
yalpalar dururuz boydan boya…

aşırıp meyvelerini gecenin
al bir Akdeniz sıcağında
dallarını kırarız canımızın
bütün duvarlarımız yıkılır
sayıklar içimizde birileri…

küçüğüz ne de çabuk büyümüşüz
ille de düşlerimizin yangısı
sen eylülde ben hülyada
küskün ayak sesleri
iki yakamızda gecenin elleri…



hidayet dal/ISSIZ ADAM
Can Sokağı Lambaları - 24.03.2008

7 Mart 2008 Cuma

ayrılık




şuramdaki rip akıntısı
kıyıya yüzdükçe içine alan
ağzı köpüren şu yürek atışı
yığılır gecenin sessizliğine
olta ucunda
çırpınır karanlık...

şafak tahtında ayırıp bacaklarını
yepyeni bir gün doğurur
kordonunu ben ezerim taşla.
ilk şaplağını benden yer
ilk bana ağlar
ve adını fısıldarım kulaklarına:
ayrılık!